Seval öğretmenle bu röportajı yapmaya başladığımızda aylardan Temmuz’du sanırım. O dönem Şubat depremlerinin üzerinden henüz 5 ay geçmişken konuşmaya ve olanı biteni bir öğretmen-eğitimci gözüyle değerlendirmeye çalışmıştık. Bir mektup formuyla birbirimize yazdığımız bu yanıtların bende hep kıymetli bir yeri olacağını söylemek istiyorum. Yanı sıra bu röportaj ve dile gelen birçok konu, bugün sıcaklığından bir şey kaybetmiş değil. Aksine, mesela Temmuz ayının başlarında, muhtemelen o günkü ahvali referans alarak söylediğimiz şeyler bugün daha ağır bir gerçeğe tebarüz ediyor. 

Bugün bu röportajı okurken muhtemeldir ki kimi anları tekrar hatırlayacak, söylenen, söylenmeyen kimi şeyleri tekrar duyumsayacaksınız. Ama en başta, yaşamın ve acıların bizi daha sert, yüzümüzü daha kunt kıldığı bir ortamda, öğretmenlerin aktif yurttaş olarak yaptıklarına, öğretmenlik mesleğinin ‘ortak iyi’ için nasıl kilit bir rolü olduğuna da tanıklık edeceksiniz. 

Neden Önemli? röportaj serisinin üçüncü bölümünde, Türkçe Öğretmeni Seval Binici ile zor zamanlarda öğretmen olmayı konuştuk.


Yakup Yıldırım: Depremin üzerinden neredeyse 5 ay geçti. Bölgede devam eden problemler, eksikler, ihtiyaçlar var. Bunları uzun uzadıya saymayacağım. Sen ailenle birlikte Hatay'da yaşıyor ve orada öğretmenlik yapıyorsun. Mesleğin itibariyle de başka sorumluluklar üstlendin, birçok konuda koşturdun, şahidim. Geride kalan onca şeyden sonra nasılsın? Kendi esenliğini nasıl görüyorsun?

Seval Binici: Yaz tatili için okullar kapanınca ben de şehir dışına çıktım. Kendime bir iki haftalık bir dinlenme fırsatı veriyorum. Ya da yalnızca Hatay'dan fiziki olarak uzaklaşma demeliyim. Çünkü yolculuk boyunca pek çok işi organize etmeye ve topluluklarda bir şeyler üretmeye devam ediyorum. Sen esenlik diye sorunca ben hali hazırda hayatımda olan biteni yazdım. Fena değilim. Ama iyi de değilim. Belirsizlikler çok fazla ve bu rahatsız edici. Korkutucu. Sonuçta ben Seval olarak başımın çaresine bakabilirim ama gerçek şu ki iki çocuğun annesiyim ve öğretmenim. Başka başka roller de var tabi: Kadın olmak, kardeş olmak, arkadaş olmak... Pek çok farklı açıdan kırılgan toplulukların parçasıyım. Yine de bir yerde işte sana bu cevabı yazıyorum; direnmek, tutunmak istiyorum, yoluna gireceğine inanmak istiyorum.

“Öğretmenlerin kahraman ve fedakar olmaları beklenir. Onlara öyle hitap edilir. Haklarının ödenmeyeceği söylenir. Ben buna kahramanlık ya da fedakarlık demeyeceğim, bu haksızlık olur; fakat buna toplumu tanıma, toplumu anlama, onun ihtiyaçlarını çok iyi bilme ve bu ihtiyaçlara cevap verme kabiliyeti diyebilirim. Bu mesleki bir beceri. Öğretmenler bu becerilerini insani ve mesleki bir sorumlulukla harekete geçirdiler.”

Y.Y: Bu süreçteki farklı rollerinden söz ettin. Özellikle biri, öğretmen olmak, kriz zamanlarında çok öne çıkıyor. Öğretmenler bu tür dönemlerde bir nevi ağrı kesici görevi görüyorlar sanki. Başta çocuklar için. Şubat depremlerinden sonra mesleğe bakışın değişti mi? Öğretmenliğin toplumsal rolü sence nereye düşüyor?

S.B: Öğretmenler yalnızca kriz dönemlerinde değil bence her zaman ağrı kesici görevi üstleniyor. Öğretmenlerin iş tanımının yönetmeliklerde yer alan ve yönetmeliklerde bulunmadığı halde öyle yapılagelmiş kısımlarına bakınca, öğretmenlerin yaptıklarını düşününce ağrı kesici olma durumunu daha iyi kavrayabiliriz.

Öğretmenler depremden etkilenme durumlarına göre kendi inisiyatifleri ile ya da bağlı oldukları kurumların görevlendirmesiyle farklı farklı işlerde görev aldılar. Arama kurtarmadan insani yardım toplama ve ulaştırmaya, yemek pişirmekten şoförlüğe, hasta bakımından temizliğe kadar çok geniş bir yelpazede işlerin ucundan tuttular. Mesleki dayanışma içinde olduğum öğretmenler, bu topluluklardan biri Lezzet Ağı, bir çeşit nöbet tuttular. 

Öğretmenlerin kahraman ve fedakar olmaları beklenir. Onlara öyle hitap edilir. Haklarının ödenmeyeceği söylenir. Ben buna kahramanlık ya da fedakarlık demeyeceğim, bu haksızlık olur; fakat buna toplumu tanıma, toplumu anlama, onun ihtiyaçlarını çok iyi bilme ve bu ihtiyaçlara cevap verme kabiliyeti diyebilirim. Bu mesleki bir beceri. Öğretmenler bu becerilerini insani ve mesleki bir sorumlulukla harekete geçirdiler.

Elbette depremden etkilenme derecesine ve başka başka değişkenlere bağlı olarak her öğretmen aynı refleksi göstermedi, gösteremedi. Belki bunu da daha sonra konuşabiliriz.

Y.Y: Son bıraktığın yerden devam etmek istiyorum. Kriz zamanlarında, ister bireysel ister kolektif biçimde reaksiyon vermek istediğimizde bazen bazı itici unsurlara, destek mekanizmalarına da ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü kalabalık olmak, başta duygu bakımından, insana güç ve cesaret veriyor. Öğretmenlik kuşkusuz böyle bir meslek. Bence mesleğin dinamikleri, kişiyi çeşitli zorluklara, hırpalanmalara rağmen dayanışma içinde olmaya itiyor, bunu gerekli kılıyor. Çünkü sorunlar birlikte çözümü, "ortak iyi"yi birlikte tesis etmeyi gerekli kılıyor. Buradan hareketle şunu sormak istiyorum. Lezzet Ağı'ndan söz ettin, bu topluluk ihtiyaçlara cevap vermek bakımından nasıl bir destekleyici unsur oldu? Bir yandan bu tür deneyimler kriz dönemleri için çok değerli. Topluluğun çalışma pratiği nasıl işliyor?

S.B: Lezzet Ağ'ında yolu bir şekilde Öğretmen Ağı ile kesişmiş insanlar var. Depremden sonra daha fazla kişi eklendi topluluğa. Öğretmen Ağı'nın değerleri etrafında toplanılan bütün topluluklar gibi burası da Ağ kafasında ilerliyor. Mesela Mobil Psiko Sosyal Destek (MOBİDES) topluluğu Lezzet Ağı'ndaki Değişim Elçilerinden oluşan bir topluluk.

Ben İsmail Örnek ile konuşuyordum. Şubat daha bitmemişti. 20 Şubat depreminden birkaç gün sonra idi. İsmail günde birkaç kez beni arıyordu, yokluyordu. Biz ailemle beraber o sırada Tarsus'taydık. Ben bir şeyler yapmalıyım, diyordum hep. Hatay'a dönmem gerekiyor, diyordum. Dönmek ve acilen özellikle çocuklar için bir şeyler yapmak istiyordum. Açıkçası o zamanlar çok da sağlıklı düşünemiyordum sanırım. Hatay'a döneceğim ama ne yapabilirim ki? Evimiz yıkılmadı ve hasar almadı; ama güvenli olup olmadığını hiç bilmiyoruz ve sarsıntılar devam ediyor. Su yok, elektrik yok, kış şartları, ulaşım da yok. İsmail hiç durdurmadı beni ama dayanmam için bir işle uğraşmamı sağladı. Etkinlik yazacağız dedi, proje üreteceğiz, dedi. O zamanlar bilgisayarın başına geçtiğimde asla odaklanamıyordum. Korkuyordum hala. Ama bir yanım da çalışmak, üretmek, hemen dönmek ve başlamak istiyordu. Bir toplantı yaptık, Mersin'de Masal Evi’nde. O gün Mehmet Cemal Yıldız ve Sevgi Aydın da gelmişti. Tarsus'ta kaldığımız yere dönünce akşam İsmail bir dosya paylaştı, bir etkinlik yazmıştı. Ben de bir iki etkinlik yazmayı denedim. Yavaş yavaş odaklanmaya başladım. Mersin İl Milli Eğitim ARGE ile Öğretmen Ağı'nın paydaşlığında bir proje çıktı ortaya. Yazılanları uygulamak ve destek vermek için can atıyordum. Sonra ilk hareketlilik için MSC Gemisine gittik. MOBİDES sayesinde ben Hatay'a arkadaşlarımla ve hem de tam da içimden gelen destekle gidebildim. MOBİDES projesi sayesinde gemide etkinlik yapmak özeldi ve duygusaldı. Bunu taziye evine eli boş gitmemeye, bir işin ucundan tutmak ve yası paylaşmak için çaba göstermeye benzetiyorum. MOBİDES İşte böyle bir enstrüman. Ve bu enstrümanla, yanımda en iyi arkadaşlarımla birlikte gemiye, etkinlik yapmaya gittik. En olmam gerektiğine inandığım yerde, Hatay'daydım.

Lezzet Ağı, inisiyatif ve dayanışmanın eseri. Herkeste bir şey var. Herkesteki herkesle birleşiyor. Aklındaki, kalbindeki şeyi yapmak için dileyen herkes ortaya bir şeyler sunuyor. Şunu yapacağım dediğinde kimde ne varsa ortaya konuyor, maddi ve manevi her ne varsa. 

“…bir çocuğun sosyal medya gönderisinde şöyle yazıyordu: “Lüks bir hayattan minimum hayata." Bu yazıya kendi yaşadığı konteynırın fotoğrafı eşlik ediyordu. Bu gönderi, çocukların, oyuncu, neşeli ve anı yaşayan bir grup olmalarına rağmen, her şeyin ne kadar da farkında, hayatın ne kadar da içinde, acı deneyimleri yaşamak bakımında yetişkin dünyasına ne kadar yakın bir yerde durduklarını gösteriyor bana.”

Y.Y: Lezzet Ağı'nın verdiği reaksiyon, MOBİDES projesinin hizmet ettiği şey gerçekten çok özel. Hepinizin, tüm Değişim Elçilerinin ellerine sağlık. MOBİDES deneyiminin daha geniş kitlelere ulaşması için şimdilerde bir kitapçık hazırlığı da var biliyorsun. O çıkınca sanırım üzerine konuşmak da ayrıca gerekecek.

Şimdi biraz geriye sarmak istiyorum. Muhabbetimizin ilk zamanlarında farklı şapkalarından söz etmiştin. Onlardan birinin, özellikle öğretmen kimliğinin depremin ilk zamanlarında seni epey huzursuz kıldığını hatırlıyorum. 'Huzursuz' kelimesini biraz açmak istiyorum. Hatay'dan uzaklaşır uzaklaşmaz bölgeye dönmek, hemen bir şeyler yapmak ve çocuklarla buluşmak istiyordun. Eminim birçok meslektaşında da seninkine benzer bir durum vardı, nitekim MOBİDES tam da öyle bir yerden filizlendi.

Bir süredir de özellikle çocuklar ve gençlerle psiko-sosyal etkinlikler, çalışmalar yapıyorsun. Onlarda ne tür durumlar gözlüyorsun? Çocuklar bu süreci nasıl deneyimlediler/deneyimliyorlar?

S.B: İlk andan itibaren çevremde hep çocuklar vardı. Annesi olduğum iki çocuk da hep yanımda.

Bazen yetişkin müdahalesi olmasa hayat çocuklar için daha kolay olur mu, diye düşünüyorum. Diğer taraftan çocukların üstün yararını ama gerçekten çocukların üstün yararını koruyan yetişkinler, çocukların yaşamında ne kadar da kıymetli izler bırakır, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Çocuklar en  kırılgan toplumsal  gruplardan biri. Yaşadığımız afet(!), kırılganlığın en tepe noktasına varmasına sebep oldu. Çocuklar evden, temiz su ve gıdadan uzak, okuldan uzak, oyundan ve oyun mekanlarından uzak. Benim huzursuzluğum en çok da bundan kaynaklanıyor sanırım. Çocukların en temel ihtiyaçlarının yeterince karşılanamadığının, haklarına layıkıyla erişemediklerinin farkındaydım. Sonuçta psiko sosyal destek ekibinde yer almak demek benim için oyun, oyun mekanı desteği vermekti. Ama biliyoruz ki oyun oynamak için akranlara ihtiyaç vardır ya da oyuncu yetişkinlere. Hatta bazen oyunun felsefesini iyi bilen bir yetişkin bir akrandan daha fazla iyi gelebilir. Bunu biraz daha açmak istiyorum. Çocukların en çok oyun oynayacak, akranları ile bir araya gelecek mekanlara ihtiyacı var. Geçtiğimiz yedi ayda da, şimdi de ve daha öncesinde de olduğu gibi.( Liseli gençler en çok da ‘takılacak’ bir mekanın özlemini çekiyor.)

Sekiz tane psiko sosyal destek hareketliliği yapıldı ve bunların içerisinde çocukların tekrar edilmesini en çok istedikleri şey oyunlar oldu.Bunun yanında geleceğe dair dileklerini yazmalarını istediğimiz "Dilek Ağacı" etkinliğinde, sevdiklerinin esenliğini, şehrin yeniden düzene girmesini, yeniden bir eve ve okula kavuşmayı dileyenler, telefon, tablet, oyuncak isteyenler oldu. Ama mesela okul açılmasın diyen notlar da okudum.

Dün bir çocuğun sosyal medya gönderisinde şöyle yazıyordu: “Lüks bir hayattan minimum hayata." Bu yazıya kendi yaşadığı konteynırın fotoğrafı eşlik ediyordu. Bu gönderi, çocukların, oyuncu, neşeli ve anı yaşayan bir grup olmalarına rağmen, her şeyin ne kadar da farkında, hayatın ne kadar da içinde, acı deneyimleri yaşamak bakımında yetişkin dünyasına ne kadar yakın bir yerde durduklarını gösteriyor bana.

İlk günlerde legolarla oynamayı çok istemişti yakınımdaki çocuklar. O legolar içerisinde iş makinaları ile oynayanlara ve özellikle bu oyuncakları tercih edenlere çok rastladım. Bir başka şehre beraber gittiğim birkaç çocuk, geçtiğimiz her caddeyi, sokağı, binayı Hatay'daki bir yere benzetiyordu.

Bu çocuklar yakın çevremde gidebildiğim okullarda karşılaşma fırsatı bulduğum çocuklar. Ya karşılaşmadıklarım? Okula devam etmeyen, enkazlar arasına girip hurda ya da başka satılabilecek bir şeyler toplayan, bir işe girip para kazanmak zorunda kalan, gidecek yeri olmayan, ailesini kaybeden çocuklar var. Bu büyük travmadan sonra sağlıklı bakım verenlerden yoksun kalan çocuklar var. İhmal ve istismara maruz kalanlar var. Bunların hepsinin farkında olmak huzursuzluğun tanımı olmaya yeter sanırım.

Hangi konumda olurlarsa olsunlar çocukların durumu belirsizlik ve karmaşa içinde daha da kötü oluyor. Zaten karar alma süreçlerine dahil edilmeyen, zaten ayrımcılığı pek çok farklı biçimde deneyimleyen çocukların şu süreçte nasıl da daracık bir alana hapsolduğuna yakından tanıklık ediyorum.

Şunu da unutmadan söyleyeyim, deprem bölgesine yardım edeceğiz diye çocukları kendi kurumlarının, şirketlerinin reklam yüzlerine çevirenler, çocuklar üzerinde çok ciddi olumsuz etkiler bırakıyorlar. Çocuklar bir reklam nesnesi haline geldikçe kendilerine yabancılaşıyorlar. Çocuklara yardım diye sunulan çocukların kendi hakları. Haklarına erişmek için çocuklar kameralara poz vermek zorunda kalıyorlar. Hem de zorunda kaldıklarını hiç farketmeden.

Zayıf olan çocuk koruma sistemi iyice tahrip oldu, hatta yok oldu gibi.

“Sınıfı tutkulu ama öfkesiz; her sesin özgürce çınladığı ve duyulduğu; toplumsal iyinin mümkün olduğu bir yer haline getirdiğimizde adına felaket (!) ya da afet (!) dediğimiz krizler yaşamayız. Basit doğa olayları ya da insani, tatlı küçük çekişmeler yaşarız. Ve sınıf öyle güçlü bir mekandır ki orada yaşanan her şey dışına taşar.”

Y.Y: Kriz zamanları bireyselliği, içe dönmeyi körüklese de çıkış hep kolektif çabadan, örgütlü hareket etmekten geçiyor. Anlattıklarından sonra başta bu konu beliriyor zihnimde. 

Bundan sonrası da hepimize çeşitli ödevler yüklüyor ve örgütlü, hazırlıklı, birbirimizi gözeterek hareket etmek hiç olmadığı kadar değer arz ediyor. Bunu sadece kendimiz için ya da çevremizin esenliği için değil, toplumsal iyiye katkı sunmak için yapmamız elzem. Zira senin bu konuşmada bolca bahsettiğin gibi krizlerden etkilenen çok farklı gruplar, kitleler var. Ne yapmalı, nereden başlamalı gibi oldukça geniş bir soru sormak istemesem de özellikle mesleğini ilgilendiren boyutta neler yapılabilir duymak isterim? Krizler yaşanmadan, toplumsal iyiye katkı sunacak bir örgütlülük ve hazırlık için öğretmenlik nasıl bir yerde duruyor? Eğitimle ilgilenen kişiler, kurumlar, paydaşlar neler yapabilir bu konuda?

S.B: Toplumsal iyiye katkı sağlamak, son yıllarda kendini iyice hissettiren güvensizlik ortamında iyice zor hale geliyor. Kolektif çaba, örgütlü hareket etme ancak samimi, içten, pazarlıksız, hırssız bir ortamda mümkün olabiliyor. Harcanacak zamanın, emeğin boşa gitmeyeceğinden emin olmak, yani güven duymak gerekiyor. Kriz zamanlarında örgütlü, hazırlıklı, birbirimizi gözeterek hareket etmek toplumsal olarak bildiğimiz bir çözüm değil. Düşmanlar, günah keçileri, rakipler yaratmak ve bir düşmana karşı bir olmak daha iyi bildiğimiz çözümler (!) ; toplumun alet çantasında, el atında olanlar bunlar hep. Dolayısıyla aklıselim düşünmek ve beraber hareket etmek zorlaşıyor. Kolektif bir çaba harcayacağız ama kiminle? Örgütlü hareket edeceğiz ama nasıl? Hazırlıklı olmalıyız ama hangi bir riske karşı?

Bütün bu soruların yanıtını verebilen topluluklar var fakat bu kadar karmaşa içinde bu toplulukların sesi belki de çoğunluk zannettiğimiz azınlıkların baskısı altında olabilir. Hatta bence tam da böyle. Peki birbirimizi nasıl bulacağız, “yüzümüzü birbirimize dönmeyi” nasıl başaracağız, birbirimizin sesini nasıl duyacak ve duyuracağız?  Mesleki dayanışma alanları, insan insana, candan cana iletişim değerli. Eğitim ile ilgili bütün paydaşları kapsayan, merakla dinleyen, anlamaya çalışan mekanizmalar kurmak gerekiyor. Bunun mümkün olması için ilk adım yarışmayı bırakıp samimi bir paydaşlığı hayal etmek. Sayılar ve hesaplar olmadan yine de sorumlu olmak, açıklayabilmek, anlatabilmek gerek. Bana kalırsa toplumsal iyiye engel olan şey toplumsal hırslar. Bütün duygular gibi hırs da toplumsal bir mesele. Toplumun hangi yapıları bizi hırslı yapıyor? Hırs ne zaman bir tutkudan bir öfkeye dönüşüyor? Eğitimin hangi mekanizmaları bizi tutkulu biri olmak yerine öfkeli biri yapıyor?

Toplumsal iyiye katkı sunmak için örgütlü ve birbirimizi gözeterek hareket etmek en iyi çözüm yolu gibi görünüyor ancak bu bir süreç işi. Sivil toplum örgütlerinin, mesleki dayanışma topluluklarının sürekli bir temas içinde olması, inisiyatif almayı engellemeyen ve hatta destekleyen paydaşlıklar geliştirmesi, bunu tutkuyla yapması, ama öfkeyi dindirmeyi de bilmesi gerek. Ortak iyiye olan katkıyı flulaştıran, görünmez kılan, engelleyen anlatılara inat, buradayım, sesimi duyan var mı, diye hep ses vermek değerli.

Bir öğretmen olarak benim de kendime verdiğim ödev tam da bu. Sınıfı tutkulu ama öfkesiz; her sesin özgürce çınladığı ve duyulduğu; toplumsal iyinin mümkün olduğu bir yer haline getirdiğimizde adına felaket (!) ya da afet (!) dediğimiz krizler yaşamayız. Basit doğa olayları ya da insani, tatlı küçük çekişmeler yaşarız. Ve sınıf öyle güçlü bir mekandır ki orada yaşanan her şey dışına taşar.

Y.Y: Bazı şeyleri konuşmak kimi anları tazeliyor ve bunun zaman zaman yorucu olduğunu biliyorum. Buna rağmen zaman ayırdığın ve sorularıma verdiğin yanıtlar için teşekkür ederim.

S.B: Sevgili Yakup, seninle kardeşimin bahçesinde hrise* yiyeli kaç ay oldu bilmiyorum, o günlerden bu yana ben vejetaryen beslenmeye başladım ama senin soframıza oturduğunu, bize sarıldığını, bize gülümsediğini ve gülümsememize vesile olduğunu hep aklımda, kalbimde tuttum. Bu yazışmamız boyunca sana yanıt vermem bazen günler bazen haftalar sürdü. Ama ben aklımdan, kalbimden hep seninle konuştum. Bu fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.

*Bknz: https://www.antakyagastronomi.com