Sa, 01/30/2024 - 17:10 tarihinde kaderaltay@hot… tarafından gönderildi

Yayın Tarihi

Matematik Öğretim Yolculuğum

Yazar: Kader Altay, Matematik Öğretmeni, Matematik Öğretimi Topluluğu Üyesi

“Gerçek bir meslekte meslek mensuplarının öğretileri en yaygın yöntemlere yansır. Bildiğimiz en iyi şey, bir şeyi yapmanın standart yolu haline gelir. 21.yüzyılın yıldız öğretmenleri, yalnızca kendilerinin değil, tüm mesleğin öğretimini geliştirmek için her gün çalışan öğretmenler olacaktır.’ -Theaching Gap

“Öğretimin alfabesi, öğretmenlerin mümkün olduğunca az öğretmelerini; öğrencilerin ise daha çok öğrenmelerini sağlayacak öğretim tarzlarını araştırmak ve keşfetmektir.” der ünlü pedagog John Amos Comenius (bkz: Didactica). Sizlere Öğretmen Ağı ile tanışmamla eş zamanlı olarak başlayan (başlayan demeyelim de, yolculukta karşıma çıkan diğer bir patikayı deneyimlemek diyelim) yolculuğumdan bahsedeceğim bu yazımda.

Annem öğretmen, dayım öğretmen, teyzem öğretmen. Öğretmen Ağı Matematik Öğretimi Topluluğunda hep birlikte okuduğumuz The Teaching Gap adlı kitapta bahsettiği “öğretmenin bir kültür olduğu”, öğrendiğimiz gibi öğrettiğimizin, en gerçek kanıtıyım belki de. Ailem ve etrafımdaki milyonlarca öğretmen parçacığı var sanırım zihnimde.

1996’da öğretmenliği ilk kazandığımda, kendisi makine mühendisi olup matematiği ekstra uğraş edinen bir akrabam şunu sormuştu: “Matematikçi mi olacaksın, matematik öğretmeni mi?” “Matematik öğretmeni olacağım.” demiştim dolu dolu.

Pandemide tanıştığım ve hayatımın “iyi ki”lerinden biri olan Öğreten Ağı’nda, dahil olduğum ilk Matematik Öğretimi Topluluğu buluşmamız, daha çok “Neyi, nasıl, niçin yapmalıyız?” odaklıydı. Lise, ortaokul, ilkokul ve okul öncesi öğretmenleri ile birlikte mentör olarak Melisa Soran ve Günalp Turan, akademisyen olarak Özer Hocam… keyifli bir süreçti. Sonlara doğru Yeliz Günal Akgül dahil oldu grubumuza ve sanırım dönüşümde ufaktan orada başladı.

Yeliz’in aklındakiler neydi, eski topluluğumuzdaki konuşmalar, toplantılar ilham mı oldu bilmiyorum ama bir sonraki dönemde kendimi şahane insanların ve hayalini kurduğum sınırlılıkların ve çerçevenin olduğu, hep cevabını aradığım bir soruyu etrafında dolanarak değil içine dalarak kurcaladığım bir toplulukta buldum. The Teaching Gap kitabı ile birlikte Japonya, ABD ve Almanya’dan örnek matematik ders videoları izledik, tartıştık, kendi pratiklerimizi sorguladık.

Türlü türlü yaklaşımlar okuyup, öğrenip, deneyimlediğim 20 yıllık süreçte, değerlendirmeye çalıştığımda kitap bana bunlardan özellikle ikisini sorgulattı. Donguri Matematik ve STEM yaklaşımı idi sorguladıklarım.

Donguri, kendine has matematik sorularını 60 aydan 13 yaşına kadar geniş bir yelpazedeki öğrencilere, önce haftada bir, sonra günde bir olacak şekilde çizerek, anlamlandırarak yapmayı öğreten bir teknik. Bir Japon öğretisi aslında. Kitabımızdaki tespitlerin çoğu burada da var. Örneğin öğrenciye doğrudan “doğru” ya da “yanlış” denmiyor, silgi kullandırılmıyor, ipucu veya açıklama yok. Ekstra sabır var, tek soruyla birçok yaklaşım deneyimleme var. Kendi uygulamalarım da sınırlılıkları olduğunu fark ettiğim Donguri metodu; çizime, soruyu anlamlandırmaya, verileri şekile taşımaya olan bakış açıma çok şey kattı diyebilirim.

STEM yaklaşımına gelirsek, onun üzerine aldığım eğitimler, pratikte uygulamamam için milyonlarca bahane sundu önüme ama yapmam için de nedenlerim az değildi. Şaka bir yana, biricik nedenim 1996’da verdiğim cevap: “Nasıl daha iyi, daha farklı yaklaşımla, her çocuğa ulaşabilirim?” kaygısı.

Nitekim, STEM denemelerim matematik öğretiminde inanılmaz bir fark yaratmadı belki ama daha çok öğrencinin dikkatini çekti, hiç derse katılmayan öğrencim dahil oldu ucundan. “Kitabımızdaki ABD öğretmenleri gibi mi oldum?” diye düşünmedim değil bazen. Örneğin, ABD dersinde hesap makinesini derste kullanmayı, “Şimdi hesap makinalarınızı çıkarın, 4 tuşuna basın, eksi işaretine basın, 1 tuşuna basın, eşittir tuşuna basın.” şeklinde derste karşılık bulması gibi ama sonuçlarım daha spesifik bence. Kendi memnuniyetim bir tık fazla ki uygulamam için yeter de artar.

Tam da topluluğumuzun çalışmaları sürerken, Erasmus - İşbaşı Gözlem programı ile İspanya’ya gidip Valencia şehrinde ders gözleminde bulunma fırsatı elde ettim. Orada, 55 dakika süreli, öğretmen ve yardımcısının aynı anda sınıfta olduğu, zillerin çalmadığı, ders boyunca üç sorunun anca yapıldığı, günde 6 dersle biten ve en önemlisi liseye sınavsız geçiş olan bir sistemi gözlemledim.

TIMSS, öğretim açığı, Japon dersleri, okul dışı öğrenme kolajıyla oluşan düşüncelerim, İspanya’da gözlem yaptığım kurumda kültürle olan bileşimine dair yansımalarla şekillendi. Onlarda yaş büyüdükçe çocukların zorla bir şeylere dahil olduğunu söylediler çünkü, yani bizde sınav bunun bahanesiydi, sorun evrenseldi.

Sizlerle Öğretim Açığı kitabından beni en çok düşündüren cümlelerin bir kısmını paylaşacağım. Bu arada kitabın, Yeliz Günal Akgül tarafından sadece ve sadece topluluğumuz için çevirisinin yapıldığını belirtmem lazım.

“Öğretmenlik mesleği, etkili öğretimi neyin oluşturduğu konusunda yeterli bilgiye sahip değildir ve öğretmenlerin bu bilgileri birbirleriyle başarılı bir şekilde paylaşmak için ellerinde araçları yoktur. Bu bir öğretim açığıdır.”

Öğretim Açığı kitabında, üzerine düşünüp yazmak istediğim cümlelerden ilki buydu. Üniversiteden mezun olurken herşeyi bildiğim, her sorunun yanıtının bende olduğu yanılgısıyla başladım mesleğe. Bir hocamız, “Bildiklerinizi kimseyle paylaşmayın.” demişti, bir diğeri ise “Soruyu bilmiyorsanız duymazdan gelin, bir dahaki derse cevabını bulmuş olun ve soruyu o zaman duyun.” demişti. Halbuki şimdiki aklım, o soruyu duymanın ve bilmediğimi söyleyip hadi beraber araştıralım demenin öğrenci ve benim için şahane bir fırsat olduğunu söylüyor. Sınırlı okul stajlarında ise daha çok meslektaşımızın, dersi nasıl anlattığını gözlemlemiştim. Öncesi veya sonrası olmaksızın… aslında en çok ihtiyacım olan şey, bir öğretmen topluluğunda, bir dersi oturup tartışmak, deneyimlerini dinlemek dahil olmakmış.

Ders imecesi, o dahil olmam gereken topluluğu sağlayan bir yöntem aslında. Bu oluşumda öğretmenler, belirledikleri birkaç kazanım için bir araya geliyor, araştırıyor, derinleşiyor, akademisyen desteği alıyor, tartışıyor ve bir ders tasarlıyor. O tasarımı test ediyor, gözlemliyor, kaydını tutup revize ediyor. Öğretmeyi öğreniyor. Öğrenci içinmiş gibi gözüken yöntem aslında öğretmenin öğrenmesini zenginleştiriyor. Harika değil mi?

Japon öğretmenler görsel araçları çok farklı bir amaç için kullanırlar; derste tartışılan problemlerin ve çözüm yöntemlerinin ve prensiplerinin kaydını tutmak. Bir Japon öğretmen dersini, dersin tüm kaydını tutmuş dolu bir kara tahta ile bitirir.

En zayıf olduğum alan diyebilirim. İzlediğimiz TIMSS videolarında da farkettiğim bu durum daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Defterlerinde arayıp durmaları, kendi yazılarının arasında içeriğe ulaşamamaları, yetiştiremedikleri yerlerdeki eksikler aslında problem çözümünde öğrencilerin sorun yaşamalarındaki nedenlerden birisi değil mi?

“Öğrencilere sunulan içeriğin seviyesi ve doğası, öğrencilerin öğrenme fırsatlarını belirler. İçerik, zengin ve zorlayıcı ise öğrencilerin daha fazla matematiği daha derinden öğrenme fırsatına sahip olmaları daha olasıdır. İçerik, parçalı ve sıradan ise öğrencilerin matematiğin önemli taraflarını öğrenme şansları daha azdır.”

En sık deneyimlediğim alan bu oldu aslında. Kitaptan önce, projeler-STEM aracılığıyla yapmaya çalıştığım bu yaklaşım, odağa matematiği alarak yapma pratiğine dönüştü diyelim. Örneğin özdeşliklerden bir tanesini (iki terim toplamının karesi) tartışarak 3-4 farklı yaklaşımla bir nevi ispatlayıp diğer ikisini onlardan beklemeyi öğrendim. Sabrettim, doğru yanlış demedim, destekledim, motive ettim ama onları bunun için uğraşırken ve cidden keyif alırken gözlemledim. Bana çok iyi geldi, yalan yok.

“Yok artık!” dedim Öğretim Açığı kitabını okurken, “Nasıl ya, herkes mi öğrenebilir?” Okudukça öğrenilebilir şeyin tüm soruları cevaplatmak olmadığını, matematiksel düşünme, düşünme becerisi olduğu; sabır, sebat, çaba sarf edebilme yeteneği olduğunu anladığımda ise daha bir aklıma yattı açıkçası itiraf edeyim.

“Ders bölmenin normal olduğunu mu ima ediyorduk?”

Ah, evet, kanayan yaramız. Veli gelir, nöbetçi öğrenci gelir, müdür yardımcısı arar… bu örnekleri çoğaltabiliriz. Kişisel olarak bende en çok uyandırdığı duygu, bölünmüşlük ve değersiz görülme hissi. Çok kıymetli bir anın elinizden alınması gibi. Toplantılarda sıkça dile getirme, telefonu sessize alıp kimseye inadına cevap vermeme benim bulabildiğim kişisel çözümlerim. Bu duygunun kıymetini odağıma çok almamıştım ama üzerinde düşününce aslında öğrencilerin derse öğrenme ve öğretme sürecine yükledikleri, yükleyecekleri anlamı nasıl etkiliyor değil mi?

Son söz! Her kitap hücrelerimiz de bir iz bırakır. Mesleğimiz adına da her eğitim, her fikir bence öyle. Öğretmen Ağı beni bu konuda çok etkinleştirdi. Bu anlamda bu yazıyı yazmamdaki motivasyonum olan Yeliz Günal’a ve Öğretmen Ağı’nın tüm paydaşlarına teşekkürler.