Çar, 11/22/2023 - 14:01 tarihinde halukgoksel tarafından gönderildi

Yayın Tarihi

Türkiye’nin Çocuk Hakları Bakımından Karnesi: Krizler Çağında Çocuk Haklarını Konuşmak #NedenÖnemli?

Söyleşi: Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci
Hazırlayan: Yakup Yıldırım

“Krizler Çağı” denilen bir dönemden geçiyoruz. Öyle ki, bu krizlerden bazıları sadece bugünü değil gelecek yılları, belki de gelecek yüzyılı etkisi altına alacak. Milenyumun ilk çeyreği bitmemişken hafızamıza sığdırdığımız onca krize, yenileri de ekleniyor. Dünyanın değişim hızı arttıkça, ürettiği krizler de arttı ve son dönemlerde ise kriz olarak adlandırdıklarımızın etkisi ve kapsamı genişliyor, sıklığı artıyor. Bunlardan bazıları insanlığın ortak krizleri olsa da herkes aynı oranda etkilenmiyor. Dezavantajlı gruplar ise krizler karşısında daha kırılgan; hakları daralıyor, hatta yok oluyor. Bunlar olurken, bazen tüm bu olan bitenin seyircisi olabiliyor, hak ihlallerini gündemimize yeterince almıyoruz.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve aynı zamanda Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Direktörü Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci’yle başta ekonomik kriz olmak üzere, krizler çağının çocuk haklarına etkisi üzerine konuştuk.

Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci ve Yakup Yıldırım söyleşi sırasında.

Yakup Yıldırım: Yoksulluk, göç, çocuğun iyi olma hali gibi konularda uzun süredir çalışmalar yapıyorsunuz. Sizce çocuk haklarının Türkiye’deki en harlı sorunu ne?

Pınar Uyan Semerci: Çocuğun iyi olması, onun hem bugününü hem de geleceğini etkilediği için çok bütüncül bakmamız gerekiyor. Çocuğun kaliteli bir sağlık hizmeti alması çok temel, bakıma erişiminin olması ve koruyucu bütün önlemlerin alınması gerekiyor. Burada çok çaba olduğunu da söylemek gerek. Türkiye’de şu anda, 23 milyona yakın bir çocuk nüfusu var ve bu 0–18 yaş aralığını kapsıyor. Çok büyük bir nüfus aslında, bir ülke nüfusu kadar. Ayrıca bu sayıya geçici koruma statüsündeki çocuklar dahil değil. Burada iç içe geçmiş sorunlar birbirini etkiliyor. Yani iyi bir tedavi olmazsa, sorun kalıcı bir rahatsızlığa dönerse sakatlık, engellilik durumu oluşabiliyor. Ya da bir başka örnek, çocuğun eğitime erişiminde engeller varsa ya da aile çok yoksul durumda ise çocuk; çocuk işçiliğine kayabiliyor. O zaman da eğitimden kopuyor ve bu da gelecekteki yapabilirliklerini, gelecekteki imkanlarını sınırlandırıyor. O yüzden de tek bir sorun veya tek bir dert söyleyemiyoruz; ama şunu diyebilirim belki, üst üste binmiş krizler durumunda var olan eşitsizliklerle ve çocuğun temel haklarına erişimini engelleyen her şeyle aynı anda mücadele etmemiz gerekiyor. Çünkü bunlar birbirini etkiliyor. Örneğin; çocuğun eğitime erişmesi kadar o eğitim içinde kalmasını da başarmamız gerekiyor. Bu açıdan okullar önemli bir fırsat, okullar bir sosyal politika alanı aslında. Çocukların refahını korumak, iyi olmasını sağlamak için en yaygın kurumlar okullar. Epeydir konuştuğumuz bir şey bu, herhalde bu kriz durumunda daha da önemli hale geldi.

“Hem Türkiye’de hem de dünyada eğitim hakkı, yaşam hakkı, sağlık hakkı gibi çok temel haklarından yoksun olan çocuklar var ve müdahale etmediğimiz takdirde çok ağır sonuçlarının yaşanabileceği bir ortamdayız.”

Y.Y: Kriz dönemleri insan hakları için hep zorlu gelişmeler doğuruyor, başta çocuk hakları için. Özellikle son birkaç yıldaki, hem Türkiye’deki hem dünyadaki gelişmeleri dikkate alınca çocuk hakları açısından nasıl bir dönemden geçiyoruz?

P.U.S: Bu belirsizlik çağı dediğimiz şey, 2007’den beri Bauman’ın yazdığı bir kavram. Ama bu denli belirsizliği o zaman bile öngörmek mümkün değildi sanırım. Çünkü pandemi beklenmeyen bir şeydi, onun yarattığı bir kriz var. Buna ekonomik krizi, enerji krizini de ekleyebiliriz. Hem bugünü hem de geleceği ilgilendiren bir başka önemli krizi de yaşıyoruz uzun süredir; iklim krizini. Afrika’da açlık ve yoksulluk, temiz suya erişim gibi sorunlar hala devam ediyor. Genel değerlendirmelerde de insani gelişim, demokrasi veya çocuk işçiliği gibi konularda normalde iyiye doğru giden seyrin durduğunu ya da aşağı yönlü harekete geçtiğini görüyoruz dünya genelinde. Ve açıkçası bu göstergelerin şu anda tespiti önemli olsa da etkilerini tam ve isabetli görmemiz biraz daha zaman alacak gibi. Eskiden bu tür şeylerin yaşandığı dönemde bu derece birbirimizden haberdar değildik tüm dünyada. Şimdi haberlere çok hızlı erişebiliyoruz, durumları görebiliyoruz. Ama maalesef müdahalelerimiz ya da önceliklendirmemiz aynı hızda olmayabiliyor. Bu tür bir krizler çağında yaşıyor olmanın etkisiyle de korku, endişe artıyor, başkalarına ya da kendi toplumumuzdaki ötekilere karşı duyarlılıklarımız da azalıyor. Herkes hayatta kalma duygusunun bir türevini yaşıyor. Çocuk hakları açısından bakacak olursak da, yaşadığımız dünyada aslında insanlık olarak çocuk haklarının evrenselliğini kabul etmiş, bunu yazmış ve ülkelerin bu belgeleri imzalamasını sağlamışız, ama bunu uygulamaya çevirmek, her çocuğun bu haklara erişip erişmediğini sormak, bu eşitsizliği sorgulamak açısından daha çok yolumuz var. Söylem düzeyinde herkes çocukları önemsiyor, çocuk haklarını konuşuyor ama fiiliyatta durum böyle değil. Hepimiz kendi çocuklarımız için en iyiyi hayal ederken, toplumdaki bütün çocuklar için öyle olmamasını o kadar da ciddi bir problem olarak görmeyebiliyoruz. Hepimiz kendi ailemizin, kendi bireysel alanımızın ya da bizlik halkamızın içindekinin eğitim sorununu çözmeye çalışıyoruz, ama yaşadığımız toplumdaki diğer çocuklarının dertleri aynı şekilde gündemimizde olmuyor. Maalesef şu an içinde olduğumuz kriz dönemi bunu daha da can acıtıcı hale getirdi ve bu yüzden aynı anda bunu da konuşmamız gerekiyor. Sosyal politika alanındaki her tür uygulama, en yereldeki, en lokaldeki, mesela okul içindeki öğretmenin, o mahalledeki muhtarın buna sahip çıkmasıyla uygulanabilir oluyor. Yani merkezlerden alınmış bir kararnamenin ya da bir polikanın uygulamaya dönüşmesi ancak hepimizin her düzeyde sahip çıkmasıyla gerçekleşebiliyor. Ankara’dan alınmış bir kararın başarısı, onun uygulayıcıları olan toplumun da ona inanması ve yereldeki tüm paydaşların sorunları çözme arzusunu taşıyor olmasına bağlı. Şu an belki de hiç olmadığı kadar bu konuları konuşmalı ve somut adımlar atmak için hepimiz farklı şapkalarla elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü hem Türkiye’de hem de dünyada eğitim hakkı, yaşam hakkı, sağlık hakkı gibi çok temel haklarından yoksun olan çocuklar var ve müdahale etmediğimiz takdirde çok ağır sonuçlarının yaşanabileceği bir ortamdayız.

Y.Y: Çocuk hakları da başka pek çok insan hakkı gibi bizim için seyirlik bir duruma gelmiş gibi sanki. Çocuklara dair, gündelik pratiklerimiz içerisinde ya da kamusal yaşamda denk geldiğimiz çoğu şeyden etkilenmiyoruz artık.

P.U.S: Kriz dönemlerinde bu dediğiniz daha çok olan bir şey evet. Çünkü insanlar kendini güvensiz hissettiğinde daha çok içine kapanıyor, duyarlılıkları azalıyor. Sizin söylediğiniz şeyi şu açıdan çok kıymetli buluyorum, epey bir zamandır ekipçe de konuştuğumuz bir şey bu. “Ben ne yapabilirim ki?” ve “Sistem böyle zaten.” gibi bir kabulleniş bizi geriye götürüyor. Bu, “Mücadele edebilecek bir alan var mı ki?” ya da “Şu an içinde bulunduğumuz koşullar bunu gerektiriyor.” diyip bunun değişebileceğinin mümkün olmadığını düşünmek aslında. Hem aciliyet hem önem taşıyan bir konu çocukların temel haklarına erişimini sağlamak. Bunun böyle olduğunu daha çok konuşmaya, görünür kılmaya ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bazen şöyle şeylerle de karşılaşıyoruz çalışmalarımızda, biz de zamanında köyde çalıştık, biz de çocuk işçiliği yaptık… hem dönemler hem de şartlar farklı ve bir ailenin köydeki yaşamının çevresinde zeytin toplamasıyla, çocuğun işçi olarak üründen ürüne gitmesi, çadırlarda yaşaması ve insani olmayan koşullarda çalışması arasında oldukça ciddi fark var. Ve bu tür bir normalleştirmenin konuyu gündemimize almak bakımından zarar verici olduğunu düşünüyorum. Çünkü çocuk işçiliği Türkiye’de 14 yaşını bitirmemiş çocuklar için zaten yasak, en kötü biçimleri 18 yaşın altında yasak. Legal olmayan, kayıtlı olmayan çalışma alanları taşıdığı risklerle çocuk ve genç işçilerin yasal olarak çalışma koşullarından çok uzak. Normalleştirilmeye çalışılan şey aslında zaten yasal olmayan durum fakat kişisel deneyimler veya toplumdaki bir tür kabulleniş ile değerlendirilebiliyor. Gerçekten çok farklı kriterlerle bakabiliyoruz, yani “Sokakta başka tür riskler altında olmasın da en azından o tekstil atölyesinin içinde olsun.” gibi bir tür meşrulaştırmanın yaygın olduğunu görüyoruz. Bunları neden önemsiyorum, çünkü bunlar oradaki sorunun görünürlüğünü ya da toplumun genelinin tepki vermesini engelliyor.

Biz toplum olarak her gün kalkıp çocukların açlığını, sağlık hakkına erişememesini, çocuk işçiliğini konuşmalıyız, bunların her gün manşetimizde olması gerekiyor. Ama maalesef durum öyle değil. Bir tür kabulleniş dediğim, bununla ilgili huzursuzluk duymama hali çok yaygın.

Ve bu algının değişmesi gerekecek. Bizler sahada birtakım projeler geliştirirken bir yandan bu algının da değişmesi için çalışmalıyız. Elimizdeki istatistikler, TÜİK verileri çocuk işçi sayısının 720 bin olduğunu gösteriyor. Ama bunu daha önce de birkaç kez yazmıştık, o verilerin toplandığı dönem mevsimlik tarımın en yoğun olduğu tarihlerden biri değil. Bu sayıda evde çalışan çocuklar, bakım yükünü üstlenmiş çocuklar yok, geçici koruma statüsündeki çocukların verisi yok. Yani tüm bunlara bakarak bu sayının daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Y.Y: Yüz yüze eğitim ortamlarına dönülmesiyle beraber okulun bütün bileşenleri faaliyetlerine başladı. Pandemi döneminde nispeten atıl durumda kalan yemekhane ve kantin gibi bölümler de faaliyetlerine tekrar devam eder duruma geldiler. Kantin ve yemek fiyatlarının yükselmesi nedeniyle çocukların okulda aç kaldığına dair şeyler duyar olduk. Ekonomik sıkıntılar çocukların “beslenme hakkı”nı nasıl etkiliyor?

P.U.S: Pandemi öncesinde de sahada, dinlediğim bir anlatıdır, evin ısınmadığı ve evde kahvaltılık şeyler bulunmadığı için çocuğu geç uyandırıp okula gönderilmesi. Ben bu durumu ilk duyduğumda çok etkilenmiştim, çünkü anne size şunu anlatıyor aslında; “Ben çocukları kaldırmıyorum, sobayı onlar okuldan geldikten sonra yakmak zorundayım”. Türkiye’deki en dezavantajlı, ekonomik olarak en zor durumda olan aileler, her zaman günlük yaşam pratiklerinde mümkün olan çözümleri üretmeye çalışıyorlar. Aslında hayatta kalma çabasını görüyoruz burada. Bu durum şu açıdan çok önemli, biliyoruz ki çocuğun fiziksel, bilişsel ve duygusal gelişimi sağlıklı beslenmesiyle çok ilişkili. Yani aldığı gıdalar yeterli olmalı, yeterli beslenebilmeli ya da sağlık açısından riskli bir ortamda yaşamamalı, örneğin küflü nemli bir ortam, alerjik bir astıma yol açabiliyor. Krizler arttıkça, ekonomik baskılar hissedildikçe aileler çözüm üretmenin peşine düşüyor. Ama bu çözümler çok sağlıklı çözümler olmayabiliyor ve bir tür önceliklendirme yapıyorlar. Bunun okullara yansıması da oluyor kuşkusuz. Çünkü literatür bize der ki, sabah kahvaltısı çocuğun eğitim hayatı ve sağlığı için çok önemli. Çocukların tok ve uykularını almış olması, daha doğrusu fiziksel olarak ihtiyaçlarının karşılanmış olması gerekir ki çocuk derse konsantre olabilsin, dersi dinleyebilsin.

Çok temel bir nokta bu ancak belirtmek gerekir ki yaptığımız araştırmalarda sağlıklı bir sabah kahvaltı ihtiyacını sadece yoksul ailelerinin çocuklarında değil, diğer çocuklar da görüyoruz. Bunun dışındaki gösterge setlerinde, çocuğun haftada ne kadar balık, et, süt tükettiği, taze sebze-meyve yiyebildiği, proteine ne kadar eriştiği gibi konular da önemli. Bunlar çocuğun büyümesine, gelişmesine ve bilişsel kapasitesine etki eden şeyler. Böyle bir durumda, kahvaltı yapıp okula gelemeyen, yanında getirdiği çok sağlıksız şeyleri yiyen ya da hiçbir şey yiyemeyen çocuklar varken, biz aslında eğitimden söz edemiyoruz. Çünkü ders anlatabilmek ya da onların ufkunu açabilecek bir eğitim düşünebilmek yerine başka konular öncelikli hale geliyor.

Maslow’un hiyerarşisi gibi temel ihtiyaçların karşılanmadığı bir yerde çocukların diğer yetilerini konuşabilmek, geliştirebilmek, onların yapabilirliklerini konuşmak mümkün olmayabiliyor.

Kantinden aldıklarında da ne tüketecekleri önemli. Ucuz olan bazı tüketim gıdalarının içerisindeki maddelerin çok ciddi sağlık riskleri çıkarması söz konusu -Bülent Hoca’nın (Şık) bu alanda çıkan kitabı çok önemli, belki onunla da ayrıca konuşulabilir-. Ne kadar sağlıklı bir şey tüketmeye çalışırsanız fiyat da o oranda değişkenlik gösteriyor. Bu da var olan eşitsizliklerin başka bir boyutunu gösteriyor. Üretim açısından tüm süreçlerin daha çevreci, daha iyi, daha organik olmasını hedeflediğimiz bir şeyi tüketmeye çalıştığımızda, sahip olduğumuz ekonomik imkanlarla onun erişilebilirliği arasındaki uçurum giderek açılıyor. Kantinde ne var, çocuk kantindeki ürünü alabilecek mi, velev ki alabildi, satılan ürünün içeriği iyi mi kötü mü gibi pek soru var beraberinde. Çocuğun okulda bu açıdan sorun yaşamaması, onun okula devam durumunu da etkileyecektir. Bir yandan bu aileleri de rahatlatır, çünkü çocuğun kaliteli gıdaya erişmesi, okulda aç kalmaması, ailelerin taşıdığı endişeyi de ortadan kaldıracaktır.

Y.Y: Sosyal medyada öğretmenler neredeyse her gün çeşitli paylaşımlar yapıyor, derse/okula aç gelen çocukların varlığından, sayılarının giderek arttığından söz ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde de bir tivit paylaşılmış ve epeyce de konuşulmuştu. Çocuğun, eğitim ortamında sağlıklı ve ücretsiz beslenmeye erişememesi okulla kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor?

P.U.S: Bazen eğitimcilerden, ebeveynlerden çocuk hakkında şöyle şeyler duyabiliyoruz ‘Başarılı değil zaten’, ‘Ne yapsan da okumaz ki’ gibi sözler. Bazen de çocuk bunu içselleştirip benzer bir şey söylüyor, ‘Ben zaten tembelim’ diyor.

Şunu söylemek lazım, eğitim hakkı başarıyla ilişkili bir şey değil. Yani başarısız olunca eğitim hakkınız elinizden alınmaz, ki zaten okulun içindeki başarıyı akademik bir başarı olarak kurgulamamamız gerekiyor.

Bunu şu yüzden anlatıyorum, çocuk böyle durumlarda kendini başarısız hissediyor, okulla ve sınıfla kaynaşamıyor, içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar sebebiyle de devam etmek ona okulu bırakmaktan daha zor geliyor. Ve o çocuk işçiliğine kaydığında da bulunduğu yer ona ‘başarılı’ hissi veriyorsa, aile çocuk eve para getirdiği için ona daha farklı yaklaşıyorsa, çocuk bu sefer bunu ben tercih ettim, mutluyum demeye başlıyor. Ama burada çok çarpık bir durum var. Bizim bu tür durumlarda, okuldan kopma riski olan çocukları fark edebilmemiz, böyle durumlarda belki rehberlik birimiyle koordineli çalışmamız ve çocuğu okulda tutacak bir sistem yaratmamız gerekiyor. Bu noktada ücretsiz hizmetlerin, yemek, sağlıklı beslenme başta olmak üzere sunulmasının okul ortamını değiştireceğini düşünüyorum. Böylelikle, çocuğun başka temel bir ihtiyacı da okulda karşılanmış olacak. Belirtmek gerekir ki bu tek başına kotarabileceğimiz bir şey değil. Okullarda ücretsiz yemeği düşünürken okulda kapsayıcı eğitimi de düşünerek uygulamamız lazım. Yemek, sağlıklı beslenme verirken, o beslenmeyi verme biçimimizi, dilimizi de gözden geçirmemiz, birilerini ya da bir grubu damgalayarak vermekten kaçınmak gerekiyor. Çocuğun eğitim yaşamı boyunca sahip olması gereken temel şeylere, defter, kitap, evdeki çalışma ortamı, çalışma masası gibi, okulda alan açtıkça çocuklar okula devam etmek ve kendilerini okulda var etmek konusunda başka bir yaklaşıma sahip oluyorlar. Çünkü bunlar açısından da aile çok ciddi bir ihtiyaç içindeyken, özellikle daha büyük yaştaki çocuklar, kendi kardeşleri için kendi eğitimlerinden vazgeçebiliyor. Bu yüzden okulda öğle yemeğini, sağlıklı ve ücretsiz beslenmeyi konuşurken, bu konuları da yanında konuşmak, formüle etmek gerekiyor. Bir yandan şunu söylemek gerekiyor, beslenme hakkı üzerinden konuşurken sadece ücretsiz beslenmeyi değil sağlıklı beslenmeyi de önemsiyoruz, çünkü obezite denilen şey tam da o sağlıksız içeriklerle destekleniyor. Çocuk fiziksel anlamda kendini kötü hissedince de ruhsal açıdan çeşitli olumsuzluklar yaşıyor, bunu özellikle ergen gruplarda gözlemliyoruz. Dolayısıyla beslenme hakkını konuşurken, bunun sağlıklı kısmını atlamamamız, birlikte konuşmamız gerekiyor. Aslında konuştuğumuz şeylerin tamamını çocuk iyi olma hali bakımından değerlendirerek, sorun alanları için çeşitli ve kapsayıcı formüller geliştirerek yaklaşmamız gerekiyor.

Y.Y: Çocuklarla çalışan birçok sivil toplum kuruluşunun okulda “beslenme bursu” verdiğini biliyoruz. Bir dönem parçası olduğum Sulukule Gönüllüleri Derneği bunu çok doğru bir yerden, uzunca bir süre yaptı. Çocuklar sırf okulda beslenme bursu var diye, okula gitmeye başladı ve okulla bağı güçlendi. Sivil toplum kurumlarının yaptığı basit ama etkili hamlelerin kamu kurumları ve yerel yönetimlerce de uygulanması için neler yapılabilir? Daha geniş ölçekte, bu konuda nasıl bir sosyal devlet anlayışı olmalı?

P.U.S: Sosyal politika deyince burada Ayşe Buğra hocamızı anabiliriz, gönüllülük, yüce gönüllülük, iyilikseverlik, hayırseverlik yerine hak demenin ne anlama geldiği konusunda en azından belli bir yol alındığını düşünüyorum. Sadece siyasetçiler, karar alıcılar, kamu kurumları özelinde değil, toplum olarak da aynı düzeyde bu konuları tartışıyor olmamız gerekiyor. Yaşam hakkı ya da eğitim hakkı dediğimizde, kastettiğimizin yalnızca sınırlı sayıda kişiler olmadığı anlaşılmalı, belli yapabilirliklere sahip olması ya da çalışkan olduğu için hak etmesi anlaşılmamalı. Bu haklara çocuk olduğu için sahip olduğunu, çocuk olduğu için o haklara erişimi olduğunu anlamak ve kavramak gerekiyor. Bunu söyledikten sonra da, çok daha yaygın bir sosyal politika olarak okulların hem mekanlarını hem de sunabileceği hizmetleri Türkiye’de nasıl artırabiliriz diye düşünmek gerekiyor. Burada hem çok kullandığımız hem de hala anladığımızı düşünmediğim ‘çocuğun üstün yararı’nı masaya koymak gerek. Okullar dediğimizde Milli Eğitim Bakanlığı, sağlık dediğimizde Sağlık Bakanlığı devreye giriyor; özellikle çocuk işçiliğini konuşurken en çok Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı devrede. Bir yandan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı var. Okulun içini bir sosyal hizmet verilen alan olarak düşünürken ve çocuklara en yaygın erişebileceğimiz bu alanı zenginleştirirken, masanın etrafındaki paydaşları genişletmemiz gerek. Bu ne demek, her bir kurumun kendi kurumsal reflekslerini, bürokratik geleneklerini bir kenara bırakarak çocuğun üstün yararı için ”Ne yapabiliriz?” diye konuşması demek. Burada işin içine yerel yönetimleri de dahil edince, yani çocuğun çevresindeki diğer ilgili paydaşları koydukça halkalar büyüyor. ‘Nasıl bir uygulama olacağını çocuğun üstün yararını gözeterek çalışacağız ve sonrasında her kurum, tüm paydaşlar üzerine düşeni yapacak’ yaklaşımı çok zor bir iş ama belki de bir yerden ortaklaşacaksak, konuşabileceksek bu çocuk alanında olacak. Belki bu yüzden de model geliştirmekten söz edebiliriz. Şu ana dek yürütülmüş çalışmalardan öğrenmek, belki birkaç farklı yeni pilot çalışma. Bu konuştuklarımızın hepsi sağlıklı bir organizasyonu da içermek zorunda. Tabii bu meseleyi 18 yaşa kadar konuştuk, ama şu an bu mülakatı üniversite kampüsünde konuşuyoruz, ekonomik kriz bu kadar şiddetli iken benzer bir biçimde üniversitede de yemek ve kantin fiyatlarıyla alakalı dertler var. Bu yüzden eğitim hakkı derken, onun yanı sıra diğer bileşenleri ve etkilenenleri konuşmamız gerekiyor. Hakları pozitif olarak tanımlamak bu yüzden önemli. Çünkü erişilebilir kılmadığınız zaman diğerleri bu haktan yararlanamıyor. Hakkı engelleyen bir şey yok belki ama bu imkanlardan sadece cebinde parası olabilenler faydalanıyor gibi duruyor. Ki bu durumda da haktan bahsedemeyiz, bu piyasanın belirlediği bir şey haline gelmiş olur.

Y.Y: Çadır kentlerde yaşayan çocuk işçi sayısı da kentte/şehirde yaşayan çocuk işçi sayısı da hızla artar oldu. Kız çocukları içinse farklı dinamikler de söz konusu bir yandan. Çocuklar neden okulu bırakmak zorunda kalıyor, çocuk işçiliğini önlemek için neler yapılabilir?

“İki bin öğrencisi olan bir rehber öğretmenin, öğrencilerin hangilerinin bu risklerin altında olduğunu ve müdahale edilmesi gerektiğini tespit etmesi hiç kolay değil… Mevsimlik tarım işçiliği gibi onlarca yıldır devam eden bir pratikle mücadele etmek hiç kolay değil. O yüzden de tek bir kişinin mücadele ederek bir sistemi, bir durumu değiştirmesi o kadar da kolay değil.”

P.U.S: Bazısı okula hiç gidemiyor. Başlangıç noktasında bile sorun olabiliyor ya da kayıt oluyor ama devam edemiyor. Orda da verilere kayıtlı olma oranı ile devam etme durumunu ayırarak bakıyoruz. Diğer yandan açık ortaokul ve açık lise diye bir şey var artık. Çocuklar aslında kayıtlı ama okula devam etmeyerek açıktan tamamlamaya çalışıyorlar ve orda ciddi sorunlar görüyoruz. Tüm bunların temeli aslında yoksulluk ve yoksunluk durumu. Sanıyorum hepimizin ortak bir şekilde kabul ettiği durum: aile geçimini sağlayamadığı zaman ailenin bütünü ya da ailenin yaşamını sürdürebilmesi için kim işe erişebiliyor, kim eve ekmek getirebiliyorsa işçiliğe kayıyor. Burda bazen aileden baba ya da annenin iş göremez, çalışamaz durumda olması, babanın işten çıkarılması, iş bulamaması gibi dinamikler de durumu etkiliyor. Geçici işler bakımından bakarsak da, kadınlar ya da çocuklar kayıtsız çalıştırma açısından daha rahat çalıştırılabiliyor. Bu tür durumlarda çocukların çalışır halini görüyoruz. Önceki kısımlarda söylediğim gibi 14 yaş üstünün belli koşullarda çalışması yasal. Ama o koşulların neredeyse hiçbir biçimde karşılanmadığı durumlar çok fazla. Bu çocukların çalıştığı yerler ve buraların koşulları sağlık açısından riskli, sözleşme ve özlük hakları bakımından kusurlu yerler. O yüzden sahada gördüğümüz neredeyse bütün çocuk işçiler çalışma koşulları açısından yasal olmayan bir biçimde çalışıyorlar. Bu neden önemli çünkü denetimin uygulanmadığını görüyoruz. O yaşta çalışmaması gereken çocuğun, çalışılması mümkün olmayan bir yerde çalıştığının tespit edilmesi ve yaptırımlarının uygulanması gerekiyor. Soruda da belirttiğiniz gibi, ailelerin koşulları el vermediği için çocuklar çalıştığından/çalıştırıldığından başka alanlarla destek yaratmak zorundayız. Sadece denetlemeyle, sadece cezalandırmayla önleyemeyiz, bunların yanı sıra ailelere sosyal politika alanında bir destek mekanizmasının sağlanması gerekiyor.

Çocuk işçiliğinin tespiti konusunda hala bazı boşluklar var. Ama herhangi birimiz bir tekstil atölyesine girdiğimizde çocuk işçiyi fark edebiliyorsak tespit edilmesi de o kadar zor değil demek ki. Tüm bunlarda, ailenin yoksulluğunun, sistemin ve biraz önce sözünü ettiğimiz paydaşlarca durumun kabul edilebilir olarak değerlendirilmesinin payı var. Çocuğun temel haklarına erişimindeki en büyük engellerden biri olarak çocuk işçiliğinin görülmemesinin bunda payı var. Çocuğun fiziksel, bilişsel ve ruhsal gelişimini, eğitim hakkını engelleyen bir durum olarak tespit edilmemesi her düzeyde bir sorun. Okula geldikten sonra da, öğretmenler nasıl fark edecekler, fark ettiler diyelim nasıl yaklaşacaklar? Çünkü birebirde de bu sefer bazen aileyle karşı karşıya geliyorlar, bazen o toplumsallığın içinde bir sorun oluyor. Bir de tabii rehber öğretmenler bu konuda çok hayati. Ama bizim örneğimizde olduğu gibi, o öğretmenin iki bin tane öğrencisi olabiliyor. İki bin öğrencisi olan bir rehber öğretmenin, öğrencilerin hangilerinin bu risklerin altında olduğunu ve müdahale edilmesi gerektiğini tespit etmesi hiç kolay değil. Özellikle bu tür risklerin yüksek olduğu, dezavantajlı diyebileceğimiz bölgelerde öğretmen sayısını artırmak, orada çalışan öğretmenlere hem motive edici araçlar sunmak, hem de bu tür mücadeleyi verirken de onlara bir tür süpervizörlükle destekler yaratmamız gerekiyor. Çünkü mevsimlik tarım işçiliği gibi onlarca yıldır devam eden bir pratikle mücadele etmek hiç kolay değil. O yüzden de tek bir kişinin mücadele ederek bir sistemi, bir durumu değiştirmesi o kadar da kolay değil, daha geniş bir grup/toplulukla buna dair çalışma yapmak gerekiyor. Başta buna inanmak ve konuyu problem olarak görmek gerekiyor.

“Biz manşetlerde hep ‘dağda çobanlık yapıyordu, lise ya da üniversite sınavında dereceye girdi’ diye haberler görürüz. Bu çocuklar var, her şeye ‘rağmen’ yapıyorlar ve inanılmazlar. Ama toplum olarak bizlerin, sadece ‘rağmen’ yapanları, yılmaz olanları değil -tabii ki onları da destekleyeceğiz- her çocuğu gözetecek ve okulda kalmasını sağlayacak bir kapsayıcı anlayışı geliştirmemiz gerekiyor.”

Y.Y: Hazırlamış olduğunuz ‘Ben Kendim Büyüdüm Demiyorum’ kitapçığınızda çok çarpıcı demeçler var. Derinlemesine görüşmelerde bir çocuk “Olmayacağını bildiğim için hiç hayal kurmuyorum.” demiş örneğin. Yoksulluğun getirdiği çaresizliğin o aileden çocuklar için bir kod gibi aktarıldığını, çocuğun ‘işçilik’ dışında bir şeye yönelemediğini, durumun buna el vermediğini düşünüyorum zaman zaman.

P.U.S: Hangi ailede ya da hangi ülkede doğup doğmayacağımızı biz belirleyemiyoruz. Böyle bir belirlenmenin dışında, doğduğumuz ailenin koşullarıyla yaşamımızın tamamının şekilleniyor olması, insanlığın geliştirdiği bu kocaman devasa haklar anlayışının hala tam yerleşemediği anlamına geliyor. Tüm bunları yasal olarak tanımış, tanımlamış ve uluslararası belgelere de imzamızı atmışız. Ama bu haklara nasıl erişeceğiz, o aradaki boşluk nasıl dolar, buna biraz kafa yormamız lazım. Kabullenme demek istemiyorum ama normalleştirme halinin zaman zaman haklar konusunda bizi geriye götürdüğünü düşünüyorum. Mesela ‘Ben kendim büyüdüm demiyorum’ sözü de bir çocuğa ait. Bize, ben bunu söylemiyorum, etrafımdakiler bana tersini söylüyor ama ben hala çocuğum, demek istemişti esasında. İnsan Hakları İhlali Olarak Yoksulluk diye, 10 yılı geçmiştir, derlediğimiz bir kitap vardı. Oranın girişinde Rousseau’dan küçük bir alıntıyla bu mevzuyu anlatmaya çalışmıştım. Rousseau İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nı anlatmaya çalışırken, deve ve cüceyi düşünün diyor. Deve ve cüce aynı çizgiden yarışa başlarsa devin adımları her zaman dev adımlar olacak, cüceninkiler de her zaman cüce. Sizin onları aynı başlangıç noktasında başlatmış olmanız aslında onları eşit bir konuma koymuş olduğunuzu göstermez. Çok yaygın bir görsel var, çocuklar bir çitin arkasından maçı seyretmeye çalışır, altlarında aynı boyda sandıklar vardır ama kendileri farklı boyutlardadır. Farklı boyda sandıklarla aynı boya gelmeleri sağlanmış örnekleri de var. Bu mevzu da öyle bir şey. Biz hakları konuşurken, herkesin eşit olduğunu aynı hakka sahip olduğunu söylüyoruz ama biri dev biri cüce. Oradaki analojinin sevdiğim bir başka tarafı da şu, siz o kadar yüksekten baktığınızda çok daha geniş bir alanı görüyorsunuz ve çok daha başka bir hayali hedefleyebilirsiniz. Ama bir cüce olarak baktığınız yer çok daha küçük bir alan olabilir, o çizginin ötesini hayal edemeyebilirsiniz. Bir başka saha çalışmamızda da mesela pazarcı bir çocuk “Ben müzisyen olmak istiyorum ama bunu düşünemem.” demişti. Bu öyle bir şey ki sizin, ne yapabilirim diye düşünürken, yapabilirlik kümenizi daraltıyor ve çocuklar için bu durumun doğması onların yetişkin hallerine, yetişkinliklerine de etki ediyor. Çünkü hem o günkü hem de gelecekteki yapabilirliklerine engel olmuş oluyoruz. Haklara erişim tam da bu yüzden hayati. Okulun içinde bazen, özellikle mevsimlik tarım gibi bir göç sürecini içeren ve yerelden olmadığı düşünülen çocuklar açısından da akranları arasında bir tür dışlanma yaşanabiliyor. Ev koşulları, bu sadece mevsimlik tarımda değil genel olarak yoksul ailelerin çocuklarında gördüğümüz bir şey, yıkanamama, okulda giydiği kıyafetler, bütün bunlar çocuğun okul ortamında kendini bir biçimde ait hissetmemesine sebep olabiliyor. Arkadaşlarından da buna dair şeyler işittiğinde aidiyeti etkileniyor ve süreç okuldan kopmasına kadar gidebiliyor. Her çocuk dayanıklı çocuk değil, bir kere bunu kavramak gerekiyor. Bu rezilyans kavramı, dayanıklılık, yılmazlık kavramı, her çocuğun sahip olduğu bir özellik değil. Oysa biz manşetlerde hep “Dağda çobanlık yapıyordu, lise ya da üniversite sınavında dereceye girdi.” diye haberler görürüz. Bu çocuklar var, her şeye ‘rağmen’ yapıyorlar ve inanılmazlar. Ama toplum olarak bizlerin, sadece ‘rağmen’ yapanları, yılmaz olanları değil -tabii ki onları da destekleyeceğiz- her çocuğu gözetecek ve okulda kalmasını sağlayacak bir kapsayıcı anlayışı geliştirmemiz gerekiyor.

Çocuk işçiliğiyle ilgili en temel noktalardan biri, orada bir kısır döngü oluşu. Çünkü evin koşulları çocuğun zaten başarılı olmasını vs. kolaylaştıracak bir ortam değil. Dediğim gibi evde kitabı var mı, masası var mı, dolabı var mı, hepsini geçtim evi var mı… Çocuk çadırda yaşıyor ve oradan geliyorsa çocukta ancak inanılmaz bir yılmazlık, dayanıklılık olmalı ki başarı elde edebilsin ve devam etsin. Ama bu her şeye rağmen yapabilenleri ifade ediyor. Oysa hepimiz her şeye rağmen yapmıyoruz, yapamıyoruz. Bu olağandışı bir şeyi beklemek demek. O durumda işte o kısır döngü devam ediyor. Çünkü çocuklar okullarda başarılı olamadığı için ya da farklı şekillerde dışlanmalar yaşadığı, kendileri bir noktadan sonra bu başarısızlığı içselleştirdikleri için eğitimden kopuyor ve başka bir durumun içine sürükleniyor. En dezavantajlı bölgelerde bir öğretmenin onlara başka türlü davranması, yani ekstra bir aktivite yapması, birlikte bir şey tasarlaması ciddi değişimler yaratıyor. Böyle durumlarda, risk altındaki çocuk öğretmeniyle iyi bir ilişki kurabiliyorsa, yine de okulda kalma ihtimali artıyor. Bu yüzden de, okulu hem toplumsal kapsayıcılık açısından hem de çocukların kendini ait hissettiği mekanlar olarak kurgulamalı, düşünmeliyiz.

Pınar Uyan Semerci’nin bir önceki yanıtında bahsettiği görsel. Görselin merkezinde, uzundan kısaya doğru sıralanmış 3 çocuk spor müsabakasını izlemeye çalışıyor. Tribünle aralarında bir tahta çit seti ve ayaklarının altında aynı boyuta sahip sandıklar var. Görsel, herkese aynı davranmanın eşitlik olmayabileceğinin, farklı ihtiyaçların gözetilmesi gerektiğinin anlamını taşıyor.

Y.Y: Beslenme hakkı, Çocuk Hakları Bildirgesi ile beraber İnsan Hakları belgelerine giren, devletlere sorumluluklar getiren bir madde. Bu yüzden de devletlerin pozitif yükümlülüklerinden olan önleme yükümlülüğünü yerine getirmesi bekleniyor. Türkiye’nin bu bakımdan nasıl bir karnesi var?

P.U.S: Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki hakları gerçekleştirmekten çok uzağız. Bu uzaklıktan kastım biraz da şu, bu madde diğerinden daha önemli daha değerli demiyorum ama örneğin katılım hakkı çok açıkça yazıyor ancak çocukların katılım hakkı en zor konulardan biri. Yaşam hakkı, sağlığa erişim gibi en temel haklarda sorunlar yaşarken diğer haklara sanki bir tür hiyerarşik sıralamanın içindeymiş gibi davranıyoruz. Oysa, hepsi birbiriyle çok ilişkisel ve hepsini aynı anda düşünmemiz gerekiyor. O yüzden şunu söyleyebiliriz; Türkiye’de çocukların iyi olma hali perspektifinde vurguladığımız çocukların kendi seslerini duymak, tercihlerini önemsemek, yine literatürde de devam eden çocuğun bir vatandaş olarak algılanması, katılım mekanizmalarının yaratılması konularında daha alacak çok yolumuz var.

Çok temel noktalarda eksiklerimiz olduğu için ve yaklaşık 23 milyona yakın bir çocuk nüfusu olduğu için katılım hakkı, oyun hakkı gibi başlıkları henüz hakkıyla konuşamadık. Bu karneyi hep birlikte düşünmeye ihtiyaç var. Bu konuda bir tür egzersiz bile iyi olabilir. Hakları önümüze alıp, Türkiye’de bu hak ile ne durumdayız, ne kadar yapabildik demek. Siyasal alana dair tartışmaları yaparken, ailemizin içine de bakalım. Çocuğun aile içindeki katılımı da düşünmemiz gereken bir konu. Orda da çocuğa ne kadar söz hakkı veriyoruz, çocuğun tercihlerine ne kadar saygı duyuyoruz, zaman kullanımını nasıl belirliyoruz. Tüm bunlar sadece yoksullukla ilgili bir şey değil. Tam tersi örnekler de görüyoruz mesela sahada yaptığımız çalışmalarda. Ekonomik açıdan son derece iyi durumda olan ailelerin çocukları, bir tür proje çocuk olarak nefes almadan bir yerden bir yere götürülüyorlar, koşturuluyorlar. Hiç unutamadığımız böyle bir mülakat var, su topuna gitmek istemiyor çocuk ama bunu bir türlü anlatamamış. İlginç bir şey bu çünkü bu ilişkiselliği göstermesi açısından da önemli.

Çocuğun iyi olma hali derken sadece ekonomik koşullarla belirlenen şeyleri ifade etmiyoruz. Bu belirleyici ama onun ötesinde çocuğun kendini nasıl hissettiği, nasıl deneyimlediği, objektif ve subjektif kriterler açısından nasıl olduğunu haklarla beraber tartışıyor olmamız lazım.

Benim düşüncem bu konuda oldukça yol almamız gerektiği yönünde. Zayıf demek de istemiyorum ama çok geliştirmemiz gerekiyor. Biraz önceki örnekte konuştuğumuz öğretmenin durumunu dikkate alalım, en iyisi ders içeriğini hazırlamış olsa bile eğer sınıfınıza aç gelen bu yüzden başı ağrıyan bir çocuk varsa, diğer her şey ikincil hale geliyor. Öncelikle o çocuğa dair ne yapabileceğinizi düşünürsünüz ama onu yaparken aynı zamanda sınıfta kapsayıcı eğitimi düşünmemek gibi bir lüksümüz de yok. O yüzden zor ve birbirimize ihtiyacımız var. Bir de söylemedik belki ama kapsayıcı eğitimi bu kadar konuşuyor olmamızın bir sebebi de Türkiye’deki geçici koruma altındaki Suriyeliler. Bununla ilgili de hem öğretmenlere hem de okullarımıza çok ciddi destekler yaratmamız lazım; çünkü genelde toplumdaki göçmen karşıtlığının düzeyi arttıkça okullarda da yansımaları oluyor. Bizzat şahit olduğumuz çok fazla negatif örnek var, çocukların kendi ağızlarından duyduğumuz öfkeler var. Bunlara dair de toplum olarak çok acil müdahale etmemiz gerekiyor, iyi deneyimleri paylaşarak bir yol almamız gerekiyor. Özellikle bu tür yoksulluk, yoksunluk durumları o alanda birbirlerine ve farklılıklara tahammülü zorlayabiliyor. Bu sadece dezavantajlı bölgelerin sorunu değil, ama genel olarak çocuklara göçün, farklılıkların, çeşitliliğin bir zenginlik olduğunu ve büyüklerin maalesef hiç endişe duymadan kullandığı o nefret dilinin kullanılmaması gerektiğini, kullanmanın yanlış olduğunu ve nefret suçunun ne olduğunu anlatıyor olmamız lazım.

Y.Y: Çocuk haklarını krizler yaşanmadan konuşmak #NedenÖnemli?

P.U.S: İki şey geliyor aklıma. Birincisi krizler ya da yoksulluk durumları en fazla çocukları etkiliyor. Üst üste binmiş bu krizlerden bazıları da belki bizlerden çok onların krizleri olacak. Mesela iklim krizi dediğimizde elbette bugünümüze de etkiliyor ama bizden çok daha şiddetli bir biçimde çocukları ve geleceklerini etkileyecek. Çocuklar bu konuda zaten bir aktör olduklarını bizlerden daha iyi bir sınav vererek de gösteriyor ama çok zor bir şey.

bizler bile çevre konusunda ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde kafalarımız karışıkken, çocuklara bu sorumluluğu vermek çok ağır bir yük. Bunu da mesela çocuğun iyi olma hali açısından ayrıca tartışmak gerekir. İkincisi, bir ülkedeki yoksulluk oranından her zaman daha fazla oranda çocuk yoksulluk oranı oluyor. Yoksulluk varsa, en şiddetli biçimde çocuk tarafından hissediliyor. Ve bu tür krizlerin içerisinde yetişen çocukların nesilden nesile aktarılan yoksulluk derecesi artıyor kriz dönemlerinde.

Orda şunu da düşünmek lazım bazı şeylerin normalleştirilmesi, çocuk işçiliğinin örneğin, her zaman var olduğu halde onun canımızı yakan sıcak bir konu olarak algılanmaması, biraz görmezden gelmemizle ilgili. Yaşadığımız çağ bilgi çağı ama o bilgiler hakkında da çok ciddi şüphelerimiz var. Yalan yanlış bilgi salgını dediğimiz infodemi pandemide çok yaygın kullanıldı ama pandemide çıkmadı aslında. Yine kutuplamış bir dünyada yaşıyoruz, Türkiye de öyle. Anlıyorum ki belli ilgilerimiz olduğu için aynı tweeti ikimiz de okumuşuz. Aynı öğretmenin şahitliğini beraber okumuşuz bambaşka yerlerden ama bu kimin önüne düşüyor? Bu “echo-chambers” dediğimiz yankı odalarımızda yaşıyoruz. Muhtemelen bizler bu tür haberlere baktıkça daha çok bu haberler önümüze düşüyor, farkındalığımız daha da artıyor ama bir grup hiç bu haberleri görmüyor, okumuyor. Okumadığı için aslında gördüğü Türkiye bu değil, okuduğu Türkiye bu değil. Benzer biçimde bizim önümüze hiç düşmeyen ama başka birilerinin önüne düşen haberler var. Şunu demeye çalışıyorum, bir şeyin acil müdahalesinin olması gerektiğini, onun en önemli ihtiyaç olduğuna dair algımızı nasıl oluşturuyoruz diye düşündüğümüzde, bu sorunun yanıtını veriyoruz gibi. Türkiye’nin gündemi her zaman çok hızlı değişiyor, beslenme hakkı bakımından biraz sönümlenme olur ve durum unutulursa bu, sorun çözüldüğü için olmayacak, gündeme o kadar gelmediği için, önümüze o kadar düşmediği için olacak. O yüzden de biraz ısrarlı olmak gerekiyor. Israrla bu konunun hak savunuculuğunu yapacak mekanizmaları oturtmak gerekiyor.

Bence her düzeyde çocuk haklarının anlamını kendi yaşamlarımız açısından da gözden geçirmek gerekiyor. Çünkü çocuklarla ilgili herhangi bir şeyi konuştuğumuzda, aslında sadece en dezavantajlı çocukların durumunu konuşmuyoruz. Topluma dair konuşuyoruz. Her birimizin etrafında çocuklar var ve onların çocuk katılımını konuşurken, aslında bütün çocukların katılımına dair de konuşmuş oluyoruz. Bir ailenin içine bir bebek geldiğinde o bebeğin bakımı hepimizin sorunu ve çözmemiz lazım. Eğer anne çalışıyorsa daha aciliyet kazanıyor bu. Anne çalışmasa bile yirmi dört saat bir bebeğe bakmak çok zor. Bu hepimizin ortak sorunu, insana dair bir sorun. Ama biz bunu öyle değil de, kendi bireysel yolculuklarımız içerisinde çözmeye çalışıyoruz.

Çocuk eğitime erişemiyorsa, nitelikli sağlık hizmetinden yararlanamıyorsa, beslenemiyorsa bunun hepimizin sorunu olduğunu, çocuk işçiliği varsa bunun toplumsal bir sorun olduğunu kavramamız ve hep birlikte konuşmaya başlamamız gerekiyor.

Toplumun olması gereken özelliklerini hayal ettiğimde sadece kendi çocuğum için değil de o toplumdaki bütün çocuklar için düşünüyor olmak gibi bir anlayış, bir paradigma değişikliği gerekiyor. Çünkü konuşurken belki evet diyoruz ama hayatımızda görmemeyi de tercih edebiliyoruz. Günlük yüklerimiz o kadar ağır ki, o kadar çok bilgi bombardımanı altındayız ki, bazen baş edemeyeceğimiz haberleri okumamayı, görmemeyi tercih edebiliyoruz. Ya da işte trafik ışıklarındaki çocuğu görmemeyi tercih ediyoruz da bir televizyon dizide önümüze düştüğünde çok etkileniyoruz. Halbuki ışıklardan geçerken orda bir çocuk size bir şey satmaya çalışıyor ya da para istiyor siz algılamamayı, görmeden geçmeyi tercih ediyorsunuz.

Y.Y.: Sorularımızı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkürler.

P.U.S: Ben de teşekkür ederim.


Öğretmen Ağı; öğretmenlerin, meslektaşları ve farklı disiplinlerden kişi ve kurumlarla bir araya gelerek güçlendiği bir paylaşım ve işbirliği ağıdır. Ayrıntılı bilgi için tıklayın.